Kategoriler
Öne çıkanlar saventravel.com

Kabusa Dönen Yolculuk

National Geographic Channel’da seyrederdim Kabusa Dönen Yolculuklar belgeselini. Hiç benim de başıma benzeri geleceğini düşünmemiştim. Ta ki Mısır’a daha önce kullanılmış tek seferlik vize ile gidene kadar.

İÇERİSİ DOLUYOR. SAAT 18:00

Dışarıdan belli belirsiz duyulan anonslar dışında, havaalanında olduğumu hatırlatan tek bir işaret yok etrafımda. İçeridekilerin sayısı da 20’yi geçti artık. Her yer bavul ile dolmaya başladı. Yataklar da içerisi kalabalıklaşmaya başladıkça daha kıymetlendi. Yatakların üzerine bile bavullarını koyuyorlar ki yatağın sahibin olduğu anlaşılsın.

Gerceklere geri donus

İş amaçlı geldiği her halinden belli olan uzakdoğulu da tuvalete bile carry on bavulu ile gidiyor. Bavulu başkası alsa nereye gidecek ki… Şimdi öğrendik ki uzakdoğulu arkadaş Çinli imiş. Irak’tan gelip Çin’e transit gitmeye çalışıyormuş ama anlaşıldığı üzere başaramamış. Nasıl oldu anlamadım ama bir anda muhabbet dönüp dolaşıp Turki’ye geldi. Türki de senin gibi diyorlar.

Şimdi de İstanbul biletimi iptal etmemi onlarla Gazze’ye gelmemi istiyorlar. Kabul dedim, her yer buradan iyidir diye. Ama o kadar emin olma dediler, orası buradan bile daha kötüymüş, kuşatma altındaymış. Şaka ile olsa bile ortada cevaplar vermeye çalışıyorum. Özellikle odamızdaki akıl hastasından şüpheleniyorum çünkü, boş bir endişe olabileceğini bile bile. Malum bu coğrafyada hiç kimse görüşünü paylaşmıyor. Şimdi bir telefon geldi tanımadığım bir numaradan. Ya konsolosluksa diye açtım ama değilmiş. Durun bir dakika kapı açıldı… Evet polismiş gelen. Koşuyorum hemen yanına.
Sonunda sorabildim ne yapmam lazım, ne zaman çıkabileceğim diye. Akşam sekiz uçağı ile gideceksin dedi. Dayanalım bakalım… Şunun şurasında ne kadar kaldı ki. Bizim Çinli de şansını zorladı, terminalde bekleyebilirim diye… Ama o alıştığımız tek kelimelik “Wait!” tümcesi gecikmeden karşıladı kendisini. Akıl hastamız da havada piyano çalıyor şu anda.

Hava soğumaya başladıkça niçin sadece gömlek getirdiğimi sorgulamaya başladım. Gündüz hava 31 derece orada, en fazla İstanbul’a döndüğümde birkaç dakika havaalanında araba beklerim, onda da üşümem demiştim kendi kendime. Sadece kıyafet değil fazla hazırlıksız yakalandım. Temizlikçiye sipariş de veremiyorum. Atatürk Havalimanı’nın hiçbir yerinde Mısır poundu satılmıyordu. Oraya gittiğinizde çekersiniz diyorlardı ama ATM göremeden içeri aldılar. Cebimde lira ve riyal gibi anlamsız paralarla kalakaldım.

Gazzeli arkadaşlarla muhabbete devam. Öğrendim ki onlar buna gerçekten alışkınmışlar. Filistin’e gidip gelmenin tek yolu bu Kahire Havalimanı’ndaki odaymış. Mısır’a açılan Refah sınır kapısı, Gazze’nin dış dünyaya ile tek iletişimi imiş. Refah sınır kapısı ise 45 güne varan süreler kapalı kalıyormuş. Kapalı olduğu sürece de Gazze’ye geçemiyormuşsun ve yurtdışından geldiğinde havalimanındaki bu odada sınır kapısı açılana kadar beklemen gerekiyormuş. Mesela Filistinli arkadaşlardan birisi, Amerika’da yaşıyormuş. Onu da sınırın açılacağı güne kadar Kahire uçağına almamışlar. Günlerce havaalanını aramış, Refah kapısı açıldı mı diye. Sonunda hemen atla gel ilk uçakla seni göndereceğiz demiş havaalanındaki görevli. O da dedikleri gibi yapmış ve şimdi buradaymış.

Bir başkası ise Almanya’da tıp okuyormuş. Gazze’den Refah kapısı açık olunca çıkmış ama onu da direkt havaalanındaki bu odaya almışlar. Altı gündür buradaymış ve üç gün sonraki Almanya uçağını bekliyormuş. Anlayacağınız burası, onların dış dünyaya ulaşımında mola yerleri imiş. Hikayelerini anlattıktan sonra beni tekrar Filistin’e çağırdılar. “Filistin, cennet gibidir” dediler. “Cennette hiçbir iş yapman gerekmez, çalışman gerekmez. Gazze de öyle, yapacak iş yok, sabahtan akşama kadar yatıyoruz sadece” dediler, biraz abartıp biraz dalga geçerek. İçinde bulundukları bu zor durumdan, bu denli keyif alabilen kaç kişi vardır acaba?

Bu odayı üniversite yurduna çevirmişler resmen. Eşofmanlarını çekmisler, çıplak ayakları ile ayakkabılarının topuklarına basiyorlar. Ranzaya dayanmış muhabbet ediyorlar. Bu kadar gürültülü şen şakrak sohbete rağmen narkoz yemiş gibi deliksiz uyuyan arkadaşlarına da takılmayı ihmal etmiyorlar. Bir yandan parmakları ile dürtüyorlar, bir yandan “Ölü firavun bu” diye bana gösteriyorlar, arkadaşlarının kulağında bas bas bağırıp gülerken. Benim “mumya yani” dememle de nasıl uyanmadığına anlam veremediğim bir şekilde kahkahayı basıyorlar. Bu kadar gülüşmenin sonunda Marwan ve Anees ile Facebook’ta arkadaş da olacağım.

Vizesiz seyahat

Bu arada konuştuklarım mimar, tıp öğrencisi ve bir mühendis. “Düşünün” diye başlıyor, “ben mimarım ve mimarlığın temeli, malzeme” diyor ve “Gazze’de hiç malzeme yok” diye bitiriyor. “O kadar sene okuyorsun ve sonunda ülkende bir işin olmayacağını biliyorsun” diyor. Burada olmanın en büyük artısı daha önce bu kadar detaylı bilmediğim bir sorunu öğrenmiş olmam oldu. Tek yanlı da olsa Filistinlilerin gözünden neler yaşadıklarını öğrendim.
Konsolosluk aramadı henüz, THY’yi arayayım en iyisi. “Adıma bu gece için uçak rezervasyonu yapıldı mı?” diye soruyorum. Hala zannediyorum ki beni dışarı çıkarmadıklarına göre Mısır pasaport polisi benim için bilet alacak. Ama telefonun muhtemelen İstanbul ucundaki görevli “Yarın akşam için rezervasyon yapılmış” diyor ve başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Bu gece burada mıyım yani!!!

Sonradan hatırladım, bahsettiği uçak, başıma bunlar gelmeseydi planladığım dönüş uçuşumdu. Ama bir saniye bu durumda kimse adıma bir rezervasyon yapmamış veya bilet almamış, bu akşam sekizde dönebilmem için. Bu sırada polis geldi, yine sayımımızı yapıyor, kendisine yapılan esprileri duymazdan gelirken. Yazmaya biraz ara vereyim, ne olur n’olmaz…

Aradan saatler geçti, mumya gibi yatan eleman hala uyanmadı. Çinli de olmazsa olmaz voltaya başladı, evrensel bir durum demek ki. Üstündeki Nike yağmurluk ve New Balance ayakkabılar ile burayı yadırgadığı belli. Diğerlerinin burayı artık yadırmamıyor olması ise, onların ayıbı değil maalesef. Şimdi tanımadığım Mısırlı birisi aradı ve başka tanımadığım Mısırlı birisinin abisi olduğunu söyledi. “Bir saate kadar giriş vizen alınacak içeri girebileceksin” dedi. Bakalım kimmiş bu tanımadığım kurtarıcım…

Bu arada o kadar dalga geçtik, Çinli ile. Ranzaların arasından bakıyorum, bir zula yer mi buldu kendisine diye. Yok ortalarda. Yanından ayırmadığı carry on çantası da yok. Kaşla göz arasında görmüş işini, çıkmış gitmiş. Çin’e doğru yola çıkmış demek ki.

Akşam olmak üzere, sanırım bu geceyi burada geçireceğim. İstanbul’a akşam sekiz gibi kalkacak dönüş uçağı ile ilgili kimsenin uğradığı yok maalesef. Polislerden biri yine sayım için gelirse mutlaka sormam lazım. Bu akşamki uçağı kaçırırsam, sabaha karşı olan uçağa da binemeyebilirim. Bana yardım etmek için sabahtan beri havalimanında olan, türlü türlü yöntemlerle beni buradan çıkarmaya çalışan Mısırlı arkadaşım da o kadar saat burada kalmaya dayanamayabilir. Polis geldi yine sayım için.

Dediğine göre, daha doğrusu Filistinli arkadaşımın çevirdiğine göre akşam sekiz uçağı ile dönmem zor gibiymiş. Sabah üç uçağına kalmışım. Anlamıyorum, uçakta boş yer de var halbuki!! Elinden geleni yapacakmış ama pek mümkün değilmiş…

Neyse, kendimi bu geceyi burada geçirmeye hazırlayayım. Akşam yemeğine geçebiliriz, gerçi sadece tatlıdan oluşuyor yemek ama olsun. Amerika’dan gelen neşeli Filistinli arkadaşım Gazze’deki bir dostuna sürpriz yapmak için taa oralardan tatlı getirmiş, sanırım Chese Cake Factory’den. Kime niyet kime kısmet… Folyonun içinden çıkan tek porsiyon kek, on kişiye nasıl yetecek acaba? Elimizde sadece bir çay kaşığı var ve hepimiz aynı çay kaşığı ile bu pastayı yiyeceğiz… Evet, pasta ilk turuna benden başladı, elden ele dolaşıyor. Ama gözlerime inanamıyorum, herkes o kadar az yiyor ki kendinden sonrakine de kalsın diye. Pasta ilk turdan canlı çıkmayı başardı. İkinci kez, yanındaki çay kaşığı ile turuna başlıyor ama bu sefer benden pas.
Akşam yemeği sonrasının olmazsa olmazı, sigara zamanı… Sigaraya da gerçekten esaret altında başlanırmış ha. Ya askerdeki esarette ya üniversite finallerindeki esarette ya da lise tuvaletindeki esarette. Bir tane de bana tutuyorlar, yıllar olmuştu içmeyeli… Bu arada Almanya’ya tıp okumaya gitmeye çalışan Filistinli arkadaş ile göz göze geliyorum ve “welcome” diyor. Sanırım bugün bana on kez welcome demiştir. Ne zaman ona baksam bana welcome demesini artık garipsemiyorum. Aynı arkadaş o kadar naif ve iyi aile terbiyesi almış ki herhangi birisi küfürlü konuştuğu zaman onlara sinirleniyor. Anladığım kadarı ile benim yanımda Arapça kötü bir söz söyledikleri zaman bile gruptakilere fırça atıyor, ders vermeye çalışıyor. Sonunda da baktı olmuyor, hala istediği üslupta konuşulmuyor bu ortamda daha fazla kalmamaya karar veriyor. İşin kötüsü çok da uzağa gitme şansı yok, birkaç ranza yana gidip tek başına oturuyor.

Ne zaman olacak diyordum, sonunda Ortadoğu’nun olmazsa olmazı Türk dizilerine dönüp dolaşıp geliyor konu. Dizilerdeki karakterlerin isimlerini değiştirdikleri için de bahsettikleri diziyi anlayamıyorum. İşte bir kız var adı Samar, bir de adam var Muhammed diyorlar. Hangi dizi ki acaba demeye kalmadan sen ona benziyorsun diyorlar. Bana benzeyen bir oyuncu??? Kim ki demeye kalmadan Kıvanç Tatlıtuğ olduğunu öğreniyorum. Uzaktan yakından alakamızın olmaması onların pek de umurlarında değil gibi. “O sarışın bir kere” desem de olmuyor.

Aniden anlamadığım bir hareketlilik başlıyor etrafımda. Yatakların üzerindeki battaniyeler alınıyor, dört ucundan tutulup yere konuluyor. Battaniyelerin bir adım önüne de ufak bir örtü seriliyor. Filistinli mimar arkadaş, öndeki örtünün üzerine çıkıyor. Kendisinden hiç beklemediğim, içli ve titreyen bir ses ile dua etmeye başlıyor. Sanırım odadaki kimse böyle duygulu dua edeceğini beklemiyordu. Arkasında saf tutan cemaat de imama uyup namazlarını kılıyor.


GÜNÜN SON UÇAĞININ KALKMASINA AZ KALDI. SAAT 19:30

Saatler geçmek bilmiyor ama şu anda zaten en son istediğim şey zamanın geçmesi. Çünkü biraz daha hızlı geçerse 20:15’teki uçağı da kaçıracağım demektir. Dakikalar boşu boşuna harcanamayacak kadar değerli artık. Ama yine de beklenen olmuyor, kimsenin geldiği yok. Birkaç dakika sonra bu uçağı da kaçırmış olacağım. Dediğim sırada kapı açıldı ve “Turki!!” diye bagirdilar. Gerisini sonra yazacağım, şans dileyin…

Koşarak kapıya gittim ve ellerinde pasaportumu gördüğüm anda daha bir şey söylemelerine bile fırsat vermeden dönüp hazırda bekleyen bavulumu kaptım hemen. Elimde bavulum bana bu kadar iyi davranan en yeni arkadaşlarıma teşekkür edip, hoşçakalın dedim. Oysa istiyordum ki onlara da şans dileyim, tek tek teşekkür edeyim, iki çift söz söyleyebileyim. Ama kapıda sanki her an dönüp arkasını gidecekmiş gibi duran polisi kaçırma riskini alamadım.
Odadan çıktığım anda, altındaki mavi kotu ve üstündeki spor gömleğine rağmen kendinden emin davranışlarından sivil polis olduğunu tahmin ettiğim adama teslim ediyorlar beni. Ama benim gözüm pasaportumda. İçinde beyaz bir A4 kağıt barındıran pasaportum da benimle beraber bu gence elden veriliyor. Yürümek ile koşmak arası karar veremeyen hızlı adımlarla gidiyoruz. Eski alıştığım mermerden geniş koridorlardayım tekrar, granit de olabilir ama bu benim için pek de önemli değil şu anda. Daha önce görmediğim havaalanının farklı yollarından check-in bankosuna varıyoruz. Nasıl yani, biletim hazır değil mi? diye geçiriyorum içimden hatalı bir beklenti ile, sanki bütün gün beni kilit altında tutanlar onlar değilmiş gibi. Bankodakiler Türk ise bir şekilde çözülür, beni burada bırakmazlar nasıl olsa derken “La, la, la, la, la!!!” cümlesi ile irkiliyorum. Tek kelimeden oluşan bu upuzun cümleyi duymaya hiç hazır değilim. Abartı makyajı, kıpkırmızı ruju ile bankodaki THY görevlisi anlamadığım bir soruya anlamadığım bir nedenle itiraz ediyor.

La, en korktuğum kelime oldu burada. Hayır anlamına geliyor biliyorum. Ama korku filmlerindeki enstrümanlar gibi doğru yerde kullanıldığında gerilimi artırmakta üstüne yok. Kalbim daha da hızlı atsın diye mi yapıyorlar anlamadım, beş kere art arda söylemeden rahat edemiyorlar. Maalesef bankoda işlem yapmıyorlar adıma, polis istediği kadar bir şeyler açıklamış olsa da. Sanırım otoritesi buraya kadarmış.

Bilet ofisine doğru gidiyoruz şimdi de. Tabii bunun için tüm kontrolleri tersten geçmemiz gerekiyor. Bilinçaltına işlemiş olsa gerek x-ray’ten geçerken metalleri bırakmak geliyor içimden, zıt tarafa gittiğimi unutarak. Bilet gişesindeyiz artık. Şu anda en iyi arkadaşımmış da bana yardım etmeye çalışıyormuş gibi duran polis durumu kısaca açıklıyor bir metreye bir metre büyüklükteki ofiste oturan adama. Gözüm sürekli saatte, adamın hızlı hareket etmesinden uçağın kapanmak üzere olduğunu anlıyorum. İşlemleri yaparken sürekli parmağı ile bilgisayarın klavyesine vuruyor, son saniyelerde sınavda bir soru daha cevaplamaya çalışan stresli bir öğrenci edası ile. Deniyor ama olmuyor.

Tekrar ismimi soruyor. Bekliyor.

Tekrar ismimi soruyor. Bekliyor.

E-bilet numaramı soruyor, gerçekte döneceğim uçak biletimin. Bekliyor.

Sanırım oldu, kredi kartı makinesine uzanıyor şimdi. Kartımın şifresini giriyorum hiç sorgulamadan fiyatı, hiç bakmadan kaç lira çektiklerine. Sonunda biletimi gişenin kapanmasına dakikalar kala alabildim.

Kahire Havalimani


UÇAĞI KAÇIRMAK ÜZEREYİM. SAAT 19:50

Artık bitti derken, şimdi de sıra boarding pass’i almaya geldi. En azından uçaktan uzaklaşmak yerine artık uçağa doğru yaklaşıyorum. Hiç kimse kalmamış bankoda. Hiç beklemeden bastılar kartı. Ben de zaten hiç söylemedim yerim exit olsun, koridor olsun diye, tek hedefim vardı uçağı kaçırmamak artık. Tamam bundan sonra kaçırma şansım yok derken ki sadece 10 dakika kalmıştı kapıların kapanmasına, pasaport kontrolüne geldiğimde, yine o alışıldık “Wait here!!” cümlesi belirdi ufukta. Oysa ne kadar da az kalmıştı…

Bir iki dakika bekledikten sonra polisin geri geldiğini gördüğümde hemen bavuluma sarılıp koşmaya başladım polise doğru. Ama “Wait!!” kelimesi yakamı bırakmıyordu. Sonunda pasaport kontrolünden geçmeyi başardım. Resmi olarak hiç girmediğim için Mısır’a çıkarken de pasaport kontrolüm olmadı. En hızlı sınırdan geçişim olmuştu bugüne kadarki.
Şimdi merdivenlerden hızlıca yukarıya doğru koşuyorduk. Bavulları kontrol ettikleri yere geldiğimizde, duraklamadan koşarak geçtiğimizden olsa gerek polisler arkamızdan bağırıyorlardı. Benim yanımdaki polis de bir yandan koşuyor bir yandan arkasında kalan polislere bağırarak bir şeyler anlatıyordu. Ne kadar da yardımsever derken, asansöre bindik ve biraz önceki acelemizden eser kalmadı. Asansörün kontrol panelindeki tüm katların düğmelerine bastı sanki koşturan biz değilmişiz gibi. Ne kadar iyi arkadaş olduğumuzu anlatmaya başladı, ne istediğini alenen belirterek. Ceplerimi karıştırıp zaman kazanmaya çalıştım ama her katta duran asansör sinirlerimi bozuyordu. Cebimdeki daha önceki seyahatlerimden duran Suudi riyalleri ve Amerikan dolarları yetmemişti. Hepsi bu muydu, başka yok muydu, az değil miydi itirazlarına müdürüm de bekliyor açıklaması eklendi. Sonunda asansörün kapıları tekrar açıldı ama bu sefer istediğimiz kattaydık.

Uçağın kapısına metreler kalmıştı. Ama olmadı, bir ATM yanında durmamız gerekti. Şansıma benim önümdeki Anglosakson adam ATM çalışmadığı için Mısır’ın tüm finansal sistemine saydırıyor ve Mısır’ın bu yüzünden gelişmediğini iddia ediyordu bağıra çağıra. Dedim yaşasın kurtuldum. Etraftaki duty free’lerden, kapının yakınımda olduğunu hissediyordum. Arkadaş olduğumuzu iddia eden kişi başka bir ATM daha var dedi ve koşmaya başladı elimde pasaportu ile. Her ne kadar uçak saatini göstersem de, kapıların uçak kalkış saatinden erken kapandığını anlatmaya çalışsam da durmak bilmiyordu. “Ben göndermem uçağını” diyordu. Uçağın kalkış saatini kendine baz alıyordu orada olmamız gereken saat olarak, uçağı otobüs ile karıştırdığından olsa gerek. Elinde telsiz olsa bir derece kabul edebilirdim bu kadar saçma iddiasını. Uçağın kapısına bu kadar yaklaşmışken kaybetmiş olmak Kim 500 Milyon İster’de son soruda kaybetmeye benziyordu. En azından orada bir amorti veriyorlardı.

Yine bilet gişelerinin olduğu yere doğru koşmaya başladık. Bir kez daha tersten pasaport ve güvenlik kontrolünden geçtim.

Sabah bir kere geçmeyi başaramadığım pasaport kontrolünden 10 dakika içinde üçüncü kez hiçbir kontrol olmadan geçiyordum. Nasıl bir ironi ise.

Kahire havalimaninda kosarken

Yürüyen merdivenlerin hızı yeterli gelmemişti, koşarak inmek gerekiyordu. Fazla oksijenden olsa gerek ATM’ye koşarken kafamda sürekli çıkarımlar kuruyordum.

Ne kadar gerekir ki? Az olsa ya beğenmezse ve biraz daha çektirirse. Boşu boşuna da fazla vermeye gerek yok.

Ne boşu boşunası dalga mı geçiyorsun? Burada kalmaktan iyidir.

Şifremi unutmuşum deyip kartımı yutturursam? ATM’yi açtırıp kartımı alırsa.

Ya bu makine de bozuk dersem? O zaman da kartımı elimden alıp şifremi sorar ve istediğini çekerse.

İki kişilermiş hem de. Neyse şansımı deneyeyim.

Sonunda havalimanın orta yerindeki aleni ticaret son buluyor.


SANIRIM YETİŞEMEDİM. SAAT 20:00

Başladı yine uçağı doğru koşmamız. Eğer uçak zamanında yolcu almaya başladıysa, çoktan kapılar kapanmıştı ve taxi öncesi cross-check yapıyordu kabin görevlileri. Pasaport kontrolünden dördüncü kez geçiyor olmak şaka gibiydi. Bu sefer güvenlik kontrolünde bizi durdurmaya kararlıydı görevliler. Ama başarının yakınlarından bile geçememişlerdi. Ses hızında koşuyor gibiydik, güya arkadaşım polisin, görevlilere bağıran sesi arkamızda kalmıştı.

Kapıya vardığımız son anda verdi pasaportumu. Bir de utanmadan yine gelecek misin diye soruyor. Uçağa kadar uğurlamış oldu da diyebilirim Polyanna bakış açısı ile. Son güvenlik kontrolünden de geçtim ama bu sefer yanımda polis olmadığı için, sıradan bir yolcu gibi üstümü aradılar. “Türk müsün?” sorusunun ardından gelen her zamanki “yavaş yavaş, Hasan Şaş” tekerlemesini söylemedi üstümü arayan güvenlik görevlisi. Sanırım dünya kupası zamanından öğrenmişler.

Uçağa binerken içten içe istiyorum ki herkes bana özel ihtimam göstersin. “Gerçekten o siz misiniz?” desin. “Koltuğunuz şurası, sizi business sınıfına aldık” desin. Ama tabii hiçbiri olmuyor. Tersine bileti alırken koltuk seçimi aklıma gelen son detay olduğu için normalde hiç istemediğim orta koltukta oturmak zorunda kalıyorum. Ama umurumda değildi. Yanımdan ayrılmayan kader ortağım carry on bavulumu, baş üstü dolaplarına koyuyorum ve bir günün sonunda ilk defa ayrı düşüyoruz.

Mısırlı arkadaşlarım arıyor bu sırada. “Uçağa bir polis geliyor” diyor İngilizce. Hiç kurtulamayacağım herhalde. Emin olamıyor, tekrar soruyorum. Yine aynı cevabı alıyorum. Freddy’nin başa saran kabusları gibi. Ama soru sormayı bırakıp açıklamasına izin verdiğimde, anlıyorum ki güya polisler özür dilemek ve giriş vizemi vermek için uçağa geliyorlarmış. Uçaktan inersem giriş vizemi vereceklermiş ve Mısır’a girebilecekmişim. Bu saatten sonra bu riski alır mıyım dersiniz! Tabii ki uçağın kapıları kapandı diyorum. Kapanmasa da iner miydim? Hiç sanmıyorum. Tam bu sırada ikinci telefonumun da pili bitiyor.

Koltuğuma oturup tüm gün boyunca hiç içemediğim bir bardak suyu istiyorum kabin görevlisinden. O küçücük havayolu bardaklarında gelen suyu bir saniyede bitiriyorum. İkinci bir su istediğimde ise kalkıştan sonrasına erteliyorlar. Ne oldu benim ihtimamım? Aklımda da hala ya polisler gelir sorusu var bu arada. Uçağın motorları çalışsa da azalmıyor endişem. Ta ki pistte duramayacak kadar hızlanana kadar. Sonunda tekerlekler pistten kesiliyor.

Kemer uyarısı söndükten sonra yemek servis başlıyor sonunda. Yemeği veren kabin görevlisi yanında ne içeceğimi soruyor. İlk tercihim bana gelene kadar tükenmiş. İkinci tercihim de kalmamış. Ne olursa diyorum sonunda. Kabin görevlisi o kadar mahçup ki o yok ama şu var, isterseniz de bu da var diye açıklama yapmaya çalışıyor. “Bugün yaşadıklarımdan sonra hiç farketmez” diyorum. Sonunda belli etmesem de can attığım an geliyor. “N’oldu?” sorusunu duyuyorum. Kısaca anlatıyorum başıma gelenleri. Ama kabin görevlisinin maceraları benden daha zengin doğal olarak. “Çin’de bir arkadaşımız polis olduklarını söyleyen insanlar tarafından 40.000 dolar dolandırılmıştı” diyor. ”Kırgızistan’da başka bir arkadaşımız çekilmemesi gereken bir yerin fotoğrafını bilmeden çektiği için 40 gün kalmıştı içeride” diye anlatıyor. “Suudi Arabistan’da bir arkadaşımız Al Baik’te (yerel bir tür KFC) başına gelenler yüzünden 30 gün kalmıştı” diyor. “Hindistan’da da bir arkadaşımız 40 gün kalmıştı” diye bitiriyor. Sanırım şükretmem lazım…


EVE DÖNÜŞ. SAAT 03:30

Sonunda maceralı yolculuk bitiyor. Bir gün önce sabaha karşı 4’te evden çıkmıştım. Tam bir gün sonra neredeyse aynı saatlerde tekrar eve dönüyorum. Aklımda ise o koşullarda bile şen şakrak kalmayı başaran Filistinli arkadaşımın içeride sarfettiği sözler var.

You can hit your head to the walls or you can join us and enjoy. With or without it, you are here!**

Cheese Cake Factoryden gelen pastamiz

Bu arada eğer merak ediyorsanız Kahire konsolosluğu ne yaptı diye, aradılar sağolsunlar. Bir gün sonra İstanbul’da öğle yemeğine çıkarken, Kahire’de misiniz hala diye!

*Yazıyı Kahire’de nezarette yazmaya başladım, özellikle yeni arkadaşlar edinene kadarki kısımlar oradan 🙂

**Kafanı duvarlara vurabilirsin ya da bize katılıp eğlenebilirsin. Hangisini seçersen seç, sonuçta buradasın!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir